6 Mayıs 2014 Salı

Neden Acaba?

Bir dakika ile vapur kaçırdınız mı hiç? En sevdiğiniz diziye yetişmek için koştuğunuzda son bir dakikası kaldığında ne hissettiniz?  Peki ya sevdiğinizi söylemediğiniz birini kaybederseniz? Yarın ya çok geç olursa?

Çok yaramaz bir çocukmuşum ben. Eskişehir'de geçti çocukluğum. Anneannem, dedem ve dayım ile birlikte. O zamanlar yazın gelmesini aynı şimdiki kadar çok isterdim. Çünkü yaz gelince ben çiçekli sepeti olan bisikletime kavuşurdum. Bisikletime kavuşmak demek bayırdan aşağı inerken özgürlüğün doruğuna çıkmak, arka sokakları keşfetmek, dedemden azar işiteceğimi bile bile o gizli yerlere gitmek demekti. Bir de yazlardan bana kalan en daimi hatıralar dizlerimdeki yaralardı. Sürekli bisiklete çizdirdiğim dizlerim, düşünce kanayan diz kapaklarım vardı çocukluğumda. Bir yerim acıdığında hiç ağlamazdım ben, geçmesini de beklemezdim ; kalkar tekrar bisiklete binerdim. Çünkü beni iyi eden şey dinlenmek değil, bisiklete binmekti.Hayallerimi kurduğum çiçekli bisikletime...

Aradan çok zaman geçti, bisikletim yaşlandı, ben büyüdüm, hayallerim büyüdü :) O zamandan bu yana değişmeyen tek bir şey var sanırım, o da benim sabırsızlığım. Duramıyorum işte, o zamanlar sabırsızlıkla kalkıp nasıl bisikletime biniyorsam , şimdilerde de canım ne kadar yansa da inatla devam ediyorum düşüp tekrar kalkmaya ; hem de yaralarıma aldırmaksızın. Söylemeliyim diyorum geç kalmadan sevdiğimi, olay büyümeden anlatmalıyım diyorum kızgınlığımı. Çabuk olmalıyım diyorum hep, ya bir gün geç kalırsam diye geçiyorum  içimden. Ya bir gün geç kalır da sahip olduğum güzel şeyleri kaybedersem diyorum kendi kendime. Ve sonra gururumu çiğnemiş, duygularımı söylemiş buluyorum kendimi . Sonra diyorum ki karşımdaki da seviyorsa söylemeli bence. Yanılıyor muyum sizce?

Her insan sevildiğini duymayı bekler, ruhu okşansın diye bekler beklemeyi de geç ister bunları. İnsanlar birbirlerinin ruhlarına dokunmuyorlar çoğu zaman.  Elbet bir gün söylerim diyorlar belki de, ya da gösteriyorum ya ne gerek var diyorlar içlerinden ve çoğu kez o en güzel iki kelimeyi "seni seviyorumu" kendilerine saklıyorlar. Sevdiğin birine söylenebilecek ve ona kendine iyi hissettirebilecek o iki kelimeyi kendine saklamak büyük bencillik değil mi sizce de? Ailemize, arkadaşlarımıza hatta kendimize bile çoğu zaman söylemiyoruz. Akıl edemiyoruz belki de sevginin en güçlü ilaç olduğunu. Çiçeği yeşertecek, hasta insanı ayağa kaldırabilecek, bir insanı depresyondan çıkarabilecek tek ilaç varsa o da sevgi değil midir? Neden bu kadar cimriyiz bu cümleyi kullanırken peki?Kıymetini mi bilmiyoruz yakınlarımızın? Korkuyor muyuz acaba yanlış anlaşılmaktan?

Bence hazır sevdiklerimiz yanımızdayken kıymetlerini bilelim.  Eğer bir gün o en yakınımızdakilerin kalbini kırarsak ve yarın çok geç olursa keşke demeyelim sonra. Ne vapuru kaçırdıktan sonra dediğimiz keşkelere, ne de kaçırdığımız diziden duyduğumuz üzüntüye benzer olmaz üzüntümüz çünkü. Şimdi size soruyorum? Neden söylemez insan sevdiğine sevdiğini?








26 Nisan 2014 Cumartesi

Anadolu Keşfediliyorsun! :)

Yeşil bir dünya istiyorum, barış dolu bir dünya istiyorum, pembe gözlüklü insanların bol olduğu bir dünya istiyorum bir de mümkünse sınavsız bir dünya istiyoruuuuuum! Mümkün müdür evren?

Sınavlar, okul, quizler, iş, yapılması gerekenler. Liste çok kabarık çooook. Biraz soluklanmak da gerek doğal olarak di mi ama?  İşte tam da böyle bir yoğunlukta sevgili Akselerasyon blog yazarının kırmızı fırlama Renault Clio ile olan test sürüşüne biz de dahil olduk ve Anadolu Kavağı- Anadolu Feneri turumuza başladık.

Uzun ama eğlenceli bir yol geçiriyorduk tam da Anadolu Fenerine yaklaşmıştık ki karşımıza eğlencemizi yerle bir edecek bir manzara çıktı. 3. köprü inşaatından arda kalan bozkır manzarası! Eğlenceli halimiz ve gülen yüzlerimizin yerini sinirli suratlar aldı. Şimdi size de soruyorum. İstanbul daha fazla ne kadar büyeyebilir? Daha fazla  ne kadar gökdelen dikilebilir? Bu soruların cevaplarını düşünmeyi size bırakıyorum çünkü biz çok cevap aradık ama bulamadık. Sitemli ve kafamızda sorular kalarak yolumuza devam ettik.

Yolumuzun ilk durağı Anadolu Feneri oldu. Denizi gören ben, arabadan koşarcasına atladım ve manzaranın kıyısına gittim. Şimdi o mükemmel manzarayı size anlatacağım. Gözlerinizi kapatın ve hazır olun! Mis gibi bir deniz kokusu burnunuza çarpıyor,dalga seslerini duyuyorsunuz ve sonra aşağıya baktığınızda denizin dibini görebileceğiniz uçsuz bucaksız bir koy sizi selamlıyor. Özgürlüğü hissediyorsunuz, aşağıya baktıığınızda ise biraz ürperti ama ruhunuz huzurlu.İşte böyle bir yer Anadolu Feneri.

Ayrıca uyumak için de harika bir yer olmalı, en azından küçük dostumuz öyle düşünmüş :)
Anadolu fenerinden sonraki durağımız Yoros Kalesi oldu. Karnımız acıkmaya başlamıştı, biz de gezmeden önce bir karnımızı doyuralım dedik ve Yoros Cafe'ye oturduk. Oturmaz olaydık, hayatımda bu kadar yavaş bir servis görmedim. Allahtan harika bir manzara vardı ve servisin yavaşlığını bir nebze de olsa kapatıyordu. Balıklarımızı yedik, biralarımızı yudumladık ve manzaranın keyfini çıkardık. Yemekten sonra yorgunluğumuzu hissetmeye başlamıştık. Ve dönüş yolu için kırmızı fırlama Clio'ya atladık. Dönüş yolu hakkında yorum yapamayacağım, çünkü uyuyakalmışım :)


Bize bu geziyi sağlayan Mert Alpkoçak'a teşekkürler.Kırmızı fırlama Renault Clio detaylı test yazısını okumak için Akselerasyon otomobil blogunu ziyaret etmeyi unutmayın.

Anadolu da en az Avrupa kadar eşsiz özelliklere sahip. Bu gezide en çok bunu anladım. Bir gün umarım yolunuz düşer demiyorum bence düşmeli çünkü. Bu manzara ve huzur kaçırılamaaaaz! Ders arasında yaptığımız bu ekmek arası gezi bana bir kere daha hayatı kaçırmamamız gerektiğini ve herkesin zaman zaman biraz molaya ihtiyacı olduğunu hatırlattı! Artık hayal ekspresimle birlikte ekmek arası gezileri çoğaltmaya karar verdik, siz de bize katılmak ister misiniz? :)

21 Nisan 2014 Pazartesi

Aselsan Macerası ! :)

İnsanın karşısına ne zaman , hangi fırsatın çıkacağı hiç belli olmuyor. Üzüldüğünüz, yakındığınız şeyler bazen hayatınızda öyle bir parlıyor ki şaşakalıyorsunuz. İşte Aselsan macerası da benim için aynen böyle oldu.

Daha önce Koç Üniversitesi'nde bir etkinliğe gittiğimden bahsetmiştim. Etkinliğin benim için en ilgi çekici kısmı aslında vaka analizi kısmı idi. Büyük bir heyecanla özgeçmişimi yollamıştım, bekliyordum ki FMCG'den biri seçsin. Ama öyle olmadı. Öğrendim ki Aselsan'ın vaka analizine girecekmişim. E iyi dedim, bu evrenin bir işareti olsa gerek. Neyse girdik vaka analizine, bizi bir dakikalık mülakat yapacaklarını söylediler.Mülakat sonunda başarılı olan 3 kişi Aselsan'da bir gün geçirebilecekti. Hayal ettiğimde aslında oldukça cazip gelmişti, gizli sırları olan bu şirketi gezmek çok tatlı olabilirdi. Mülakatlar başladı ben de sıranın en sonundayım , hadi tamam çok heyecanlı değilimdir bu konularda ama dinledikçe dudaklarımı kemirmeye başladım. Robot yarışmalarına mı gidenler dersiniz, dereceleri odalarını süsleyenler mi dersiniz, 5 dil bilen dahi ler bile vardı yani o derece. Sıra bana geldi , kalktım ve tek birşey anlattım hayallerimi. Yaptığım onca şeyden bahsetmedim bile, söylediğim belki de en akademik bilgi tam burslu olduğumdu. Mülakkattan sonra kendimle gurur duyduğum tek nokta en azından insanların yüzünde gülücükler bırakmış olmamdı. Hayat amacıma kısa bir süre de olsa bile  ulaşmıştım anlayacağınız :)


Etkinlik bitti , aradan uzun bir zaman geçti Aselsan'dan ses seda çıkmadı ben de dedim herhalde olmadı. Derken bir gün Aselsan İnsan Kaynakları Uzmanı Demet Hanım beni aradı. Mülakatlarda başarılı olduğumu ve 2 Nisan çarşamba günü benimle birlikte 9 kişiyi daha Aselsan'a bekledikleri müjdesini verdi. Hiç aklımda olmayan bir sektör, aklımda olmayan bir gezi derken ben gitmeye karar verdim.

Uzun ve yorucu günlerin ardından bu yolculuğu kaldırır mıyım, kaldıramaz mıyım derken, kendimi Aselsan'ın giriş kapısında buluverdim.

Koç Üniversitesi'nde beraber mülakata girdiğim kişiler de oradaydı. Hakan Bey ve Orhan Bey bizi aldılar (her zamanki gibi enerjik ve güleryüzlüydüler :) ) ve içeri girdik. Aselsan'a ilk girdiğim andan itibaren çok sıcak bir yer gibi geldi bana ,tabii bunda Aselsan İnsan Kaynakları'nın çok büyük bir etkisi olduğu da yadsınamaz bir gerçek. İnsan Kaynakları Departmanının da bulunduğu binadan içeri girdik, bir mülakat odasına alındık (ama mülakat için değil tabi ki :) ). Burada inanılmaz tatlı ve güzel bir sohbet havası vardı. Konuştukça ve birbirimiz hakkında ufak ipuçları aldıkça daha da sıcak bir ortam oluşmaya başladı. Orada bulunan 10 kişinin de ayrı ayrı maceraları, ayrı hedefleri vardı. Daha ilk dakikalarda gelmenin doğru karar olduğunu anladım anlayacağınız.



Biraz kaynaşmanın, merak edilenlerin sorulmasının ardından Aselsan'ı gezmeye koyulduk. Aselsan'da Ar-Ge olarak bir sürü bölüm ve yapılan sayısız proje var . Şu an burada yapılanları anlatmaya kalksam anlatamam. Çünkü o kadar komplike ve o kadar üzerinde çalışılması gereken ürünler var ki... Bir mühendis adayı için Aselsan tam bir cennet. Hele de yeniliklere açık ve araştırma kurdu bir mühendis iseniz.

Fabrika gezisinin ardından enfes bir yemek bizi bekliyordu. Günün en güzel kısımlarından biri de buydu aslında. Çünkü yemekler gerçekten harika idi :)



Yavaş yavaş gezinin sonuna yaklaşırken daha önce envanter testlerimizi yorumlamak üzere Aselsan çalışanlarının yorulduklarında nefes aldıkları, sıcak bir ortam olan pastaneye gittik. Gözde Hanım ile hem envanter testimi konuştuk hem de gelecek planlarımı yorumladık. Yaklaşık yarım saatlik bu güzel konuşmada gelecek planlarım az çok kafamda oturmuş oldu.

Veda zamanı geldiğinde hepimiz çok üzgündük. Çünkü bu kadar az sürede bile birbirimizi az çok tanımış ve sevmiştik. Fotoğraflar çekindik, mail adreslerimizi aldık derken artık ayrılma zamanı geldi. Bizlere bu harika fırsatı yaratan Aselsan'ın müthiş İnsan Kaynakları'na kendi adıma çok teşekkür ediyorum. Bu yazımı da onlara armağan etmek istiyorum.

Aselsan önyargıları kırma konusunda müthiş adımlar atıyor. Türkiye'nin böyle milli ve yenilikçi şirketlere daha çok açık olması dileği ile. Bir dahaki serüvende görüşmek üzere :)

7 Nisan 2014 Pazartesi

Ağlamak Güzeldir!

İp yumağına bağlı şeylerden oluşuyor aslında hayatımız. Eğer güçlü isek farkedemiyoruz ne kadar ince bir ip üzerinde cambazlık yaptığımızı. Ne zaman tükenmeye başlasak, gücümüz azalsa hissediyoruz o ince ip üzerinde olduğumuzu . Düşme tehlikesi korkutuyor gözümüzü ve işte tam o anda dökülüyor gözyaşlarımız. Yani en azından bende böyle oluyor :)

Şu sıralar hayatımın fazlaca ince bir üzerinde olduğu hissine kapıldım, gidiyorum. Gitsem olmuyor, kalsam olmuyor. Soru işaretlerim hiç bitmiyor. Hayatı fazla ciddiye alıyormuşum bazı teorilere göre (!). Hayatı severken ciddiye almamak olur muymuş hiç? Deli saçması! :)

Annem hep uçlarda yaşadığımı söyler, ne kadar doğru tespit yaptığını böyle zamanlarda anlıyorum. Ağlamakla gülmek arasında bile o kadar ince bir çizgi var ki hayatımda, ne zaman hangi uçta olacağımı ben bile kestiremiyorum. Ağlamak bazılarına göre güçsüzlük göstergesidir, hele birinin yanında ağlayınca imajınızın sarsıldığı düşünülür. Ama bazen ağlamak güzeldir hele ki güçsüzlüğünüzü (ki ben ağlamayı güçsüzlük olarak görmem) bile paylaşabildiğiniz birinin yanında iseniz. Çünkü bilirsiniz ki tek başınıza ağlarken çaresizsinizdir ama yanınızda o güçlü kişi varsa daha rahat ve güvendesinizdir. Ve yine bilirsiniz ki sizi teselli etmese hatta tek kelime bile etmese o kişi yanınızdadır. Kısacası ağlamak sandığınız kadar kötü birşey değildir hele tek değilseniz. Ağlamak da en az gülmek kadar doğaldır. Özellikle herkesin birbirine sahte gülücükler attığı şu dünyada ağlamak daha doğrusu ağlayabilmek "binlerce duygu" demektir. 

Mesele ağlamak  değil, mesele hacıyatmaz olabilmek. Gözlüklerle uyunur mu hiç? Tabiki hayır... Hayatta da her zaman pembe gözlüklerimizle olamıyoruz malesef.  Bazen uykuya dalmak, gözlükleri çıkarmak ve biraz rahatlamak gerekiyor. İşte o rahatlama bende gözlerimden süzülen yaşlar ile oluyor. Her insan bir olmaz ki canım :) Sonra pembe gözlükler tekrar takılıyor ve ince ip üzerine geri dönülüyoooor. Artık kocaman gülüşümüzü saklamama zamanı... ;) 

Bu blogu seviyorum, çünkü yazdıkça anlıyorum kendimi. Keşfediyorum yeniden hislerimi, ruhsal serüven oluyor aslına bakarsanız bu da bir nebze. Bu da bir gönderme hani eğer okuyan profesyonel blog yazarlarımız var ise, konudan uzaklaşmısınız demesinler :)

Bu yazımı şarkı sözü ile bitirmek istiyorum. Belki imajına düşkün olanlarınız ve önyargılı olanlarınız vardır ağlayanlara karşı, kim bilir. Kırarsınız belki de bu önyargıları, ne dersiniz? :)


"Ağlamak şu gelip geçici dünyada
Her şeye rağmen var olmak demek
Ağlamak yaşayan binlerce duygu
İnsanca ve coşkulu güzel bir şeydir"


31 Mart 2014 Pazartesi

Sihirli Değnek ! :)

Hayatta hiçbir şey planladığımız gibi gitmez zaten. Özellikle kurduğumuz hayaller çoğu zaman suya düşer ve sonrasında bize kalanlar kocaman kalp kırıklıkları olur. Ama bazen de öyle tatlı tesadüfler olur ki hayatta sizi mutluluğa boğar, sımsıkı sarar yaralarınızı. Şimdi kiserüvenimiz de tam o yaraları saran cinsten :)

Yazın ne zaman karşıya geçmek için E-5 ten geçsek Akasya'nın içindeki uçağı görüyorduk. Fakat Akasya Acıbadem açıldı açılalı bir türlü fırsat yaratıp gidememiştik. Bir cumartesi günü sonunda yolumuz Akasya Acıbadem'e düştü. İçeri girer girmez pamuk şeker pembesi ile bizi Victoria's Secret karşıladı. Aman tanrım, yok böyle bir güzellik! Kızlar derhal gitmelisiniz  ama içinden çıkabilir misiniz, bilemiyorum :) Gezdik, dolaştık, yemek yedik ayaklarımıza kara sular indi. Yüzümüzdeki gülücükler yorgunluğa dönüşmeye başladı derken, bir dükkan gördük.Adı Karınca Design! :)




Ben böyle bir dükkan göreceğim ve içeri girmeyeceğim. İşte herşey mümkün olur ama bu olmaz! İçeri girer girmez gözüme çarpan rengarenk şemsiyeye yöneldim ve sonra uzun bir süre dükkandan çıkamadım. Kuru kafalı pasaportum ve ona hediye almaya bayıldığım bir arkadaşıma aldığım hediye ile kasaya yöneldim. Hayattaki en büyük yoldaşım olan merakıma yenik düştüm (her zamanki gibi ) ve kasada bana yardımcı olan kişiyi soru bombardımanına tutmaya başladım. Nereden geliyor bu ürünler? Eleman arıyor musunuz? Ben bu soruları sorarken meğer izleniyormuşum(!). Sonradan adını öğreneceğim hatta müdür yardımcım olacak tatlı bayan Canan Hanım bana isterseniz bizimle çalışabilirsiniz diyerek cv mi göndermem için bir mail adresi verdi. Sonrasında Canan Hanım ile görüşmeler, Karınca Design'in Beyoğlu'ndaki merkezinde olan görüşmeler, bekleme süreleri derken ; şu an bu rengarenk insanların içeri girdiğinde mutsuz çıkamadıkları dükkanda satış temsilcisi olarak işe başladım. Tebrikler için şimdiden teşekkürleeeeer:)

İşin aslına gelirsek her şey o kadar hızlı oldu ki. Doğru mu karar verdim, yanlış mı? Yapabilir miyim, yapamaz mıyım? Derken işe başlayıverdim. Tabii bu işe başlamamda bana destek olan öyle biri vardı ki, onun da hakkını yememek lazım. Görüşmeye gitmeden önce Fırat ile yaptığım telefon görüşmesi bana o kadar rahatlatıcı geldi ki doğru karar verdiğimi anladım. Bu arada Fırat İzmir'de ve biz bir organizasyonda tanıştık, enerjimiz uydu ve arkadaşlığımız başladı. Yani demem o ki bazen bir insanın sizi etkilemesi için, yanı başınızda olmasına gerek yok. Öyle tatlı biridir, düşündüğünü ve güvendiğini o kadar iyi hissettirir ki çok uzun zaman tanıdıklarınızdan bile daha etkili  hale geliverir hayatınızda. Bu teşekkür kısmını yazmasam en daimi blog okuyucuma haksızlık etmiş olurdum :)

Hayal ekspresinin benim için en güzel serüveniydi işe başladığım bu güzel hafta. Hissettiğim en güzel şey ne biliyor musunuz? Sihirli değneğim varmış gibi hissediyorum, kötü giden bir günün ardından müthiş bir iş ve yeni umutlar. Ufacık bir şeyi bile değiştirmek insana müthiş bir enerji veriyor. Denemeye değer bence. Hazır yaz gelmişken siz sihirli değneğiniz ile neleri değiştirmek istersiniz?

28 Mart 2014 Cuma

Beyoğlu'nu Keşfediyoruz! :)

Uzun zamandan sonra yazmak için oturabildim nihayet. O kadar dinamik bir hafta oldu ki, sanki üzerinden 1 ay geçmiş gibi hissediyorum. Ama artık geri döndüm. Şimdi kemerlerinizi sıkı bağlayın, hayal ekspresi harika bir yere gidiyor! :)

Her eğlencenin sonu iyi bitmez eminim siz de bunu tecrübe etmişsinizdir, geçen hafta biz de bunu yaşadık. Ve ben cumartesi sabahı gözlerimde yaşla uyandım. Baktım ağladım ağlayacağım, hemen gözyaşlarıma dur emrini verdim . Bu tip durumlarda bana ilaç gibi gelecek arkadaşlarımı ararım, yine öyle yaptım ve "Bulut popo" 'nun numarasını çevirdim, öğleden sonra yeni açılan AkasyaAvm' de buluşmak üzere sözleştik. Havanın güzelliğine ve güneşin mükemmel rengine yakışır şekilde bende rengarenk giyindim. Artık mükemmel bir güne hazırdım :)

Arkadaşımla birlikte başka bir arkadaşımızın yanına Şişhane'ye gittik. Aslında amacım arkadaşımı bırakıp bir an önce AkasyaAvm'ye geçmekti. Ta ki "Acaba Gram' a girsek mi?" cümlesini duyana kadaaar. Gram da neresi diyenler için hemen bir resim paylaşıyorum :)
(Lokasyonu yazının en son kısmında bulabilirsiniz.)

Dükkana ilk girdiğinizde gözünüze ilk çarpan harika görünen tatlılar ve sıcak bir mutfak ortamı oluyor. İçeri geçip oturduğunuzda ve etrafı şöyle bir gözetlemek için tavana baktığınızda ise dükkana adını veren gram sembollerini görüyorsunuz. Öyle ayrı ayrı masalarda otururum diye bekliyorsanız, cıııık yanıldınız! Kocaman bir masada diğer insanlarla beraber oturmak oldukça doğal Gram ' da. Menüye baktığınızda ise sıcaklık hala bozulmuyor. Çünkü bildiğimiz ev yemekleri biraz egzotikleştirilmiş, o kadar. Mutfağa baktığınızda ise kuşkonmazların aşçıların elinde nasıl işlendiğini, tavalarda pişen yemekleri ve aşçıların güleryüzlerini izleyebiliyorsunuz.

Gram' da gözlerimi kapayıp hayal ettiğim şey aşçıların birbirine biberleri fırlatmaları sonra birden şarkı söylemeye başlamaları, erkek aşçının gelip birden bayan aşçıyı dansa kaldırması ve sonra müşterilerin de dans etmeye başlamaları... Sizce de çok güzel olmaz mıydı? Bence böyle bir ortama çok yakışırdı.:) Gram 'da gözlemlediğim en büyük ve belki de tek eksiklik , o kadar sıcak bir ortam yaratılmasına rağmen etkileşimin az olması idi.


Yemeklere gelince, tek kelime ile enfesti! Menü çok zengin değil çok göz boyamıyor orası su götürmez bir gerçek. Fakat yemeklerin içeriği oldukça güzeldi. Ben kuşkonmazlı sote karides denedim, size de mutlaka öneriyorum. Menüyü inceleyebilirsiniz :)



Beyoğlu'na gidiyorsanız, hele bir de Şişhane'ye yolunuuz düşmüşse mutlaka bu sevimli yere uğrayııııın ! :) İlk durağımız Gram oldu. Şimdi bu yazıdaki mesaja gelince, Gram'a yolumu düşüren şey, güneşin parlaklığı ve herşeye rağmen güne iyi başlamak için kendimi zorlamam oldu. O yüzden her ne olursa olsun, camlar buğulu bile olsa pembe gözlüklerimizi çıkarmamalıyız, diyorum veeee burada sonlandırıyorum. :)













15 Mart 2014 Cumartesi

Her Seçim, Bir Vazgeçiştir !

Hayatta çoğu zaman hiçbir şey istediğimiz gibi gitmez. Mutlaka bir aksilik çıkar. Misal benim için son 2 hafta. Aksilikler bir türlü peşimi bırakmıyor. Ben nereye, onlar da benimle...

Felaketler silsilesi geçen hafta bir cuma gecesi başladı. Oysa ki ben her şeyi planlamıştım, önce özel ders öğrencim vardı ardından sınava çalışacaktım sonra bir öğrencim daha vardı. Derken yakın bir arkadaşımdan mesaj. Pardon mesaj devri kapandı artık biricik yoldaşımız olan whatsapptan bir bildiri. Arkadaşımın moralinin bozuk olduğu haberini aldım , işte o an benim için tehlike çanının çalmaya başladığı an oldu. Çünkü planları alt üst edecek bir haber ve iç sesimle toplantı yapıp acilen karar verme zamanı! Arkadaşımı reddetsem ? Cık, olmaz. Ama ders çalışmam da gerek. Ne yapsam , ne etsem derken ; kalbimin sesini dinlemekten başka bir şey yapamadım her zamanki gibi ve arkadaşlarımı aradım. Onları özel derslerim bitene kadar beklemeye ikna ettim ama tabi benim ders çalışma planları da aramamla birlikte cumburlop suya düştü. Gece 00:00 da taksiyle Taksim'e gittik. Aslında beni bilenler okurken buna hiç şaşırmazlar, çünkü Taksim benim için aşktır :) 

Neyse o hafta sonu geçti, sınavı atlattık derkeeeeeen; kapıda bir misafir. Kim dersiniz? Vi-rüs-ler (!) Sınavım var, teyzem gelmiş, teknik gezi var, eğitim var, özel dersler gırla. Bir hasta olmam eksikti diye düşünmeye kalmadan, ben şifayı kaptım. Hadi yine iyisiniz sesli blog icat etmiş olsalardı, bu kısılmış sesimle beni duyduğunuz an bilgisayarı kapardınız. Amma velakin hastalığımdan daha önemli bir şey var ise o da bu hafta ülkemizde yaşanan acı ölümdür. Tabii ki, biz de o gün Okmeydanı'nda idik. Zaten olmamamız büyük bir hata olurdu. Düzenlediğim eğitimin tarihi 12.03.2014 olacaktı, fakat biz eğitim yaparken aklımız da Berkin Elvan da kalacaktı. Aklımız hala o ölümde, o canilikte (!) ama en azından bedenen onun yanında olmaya çalıştık. Ve bu üzücü haber üzerine eğitimimizin iptal edildiğini duyurduk.

İşin özü şudur ki ; şu an hastayım ama çok mutluyum. Çünkü seçimlerimi seviyorum. Kocaman sevdiğim dostlarım var ve onlar için vazgeçebildiğim şeyler var. İçimde merhamet ve insanlara sevgi de var, bu yüzden belki günlerce verdiğim emekten bile vazgeçebiliyorum.

Her seçim bir vazgeçiştir! Bu sözü Volvo Car Pazarlama Direktörü Ebru Hanım'dan duyduğumda yazımın başlığının bu olacağı belirlenmişti. Bazen dostluğu seçtiğiniz için içinizdeki aşktan vazgeçersiniz, bazen sevdiklerinizin yanında olabilmek pahasına sınava çalışmaktan vazgeçersiniz ve bazen daha mutlu olduğunuz bir şeyi daha çok para kazanabileceğiniz şeye tercih edersiniz...

Aman ha dikkat edin. Seçtikleriniz vazgeçtiklerinizden çok çok daha güzel olsun . Elinizi kalbinize koyarak uyuyun, uyandığınızda derin bir acı hissetmiyorsanız doğru yoldasınız demektir. Hayatta herşey için tek bir doğru ses vardır ; o da kalbinizin sesi.

 Bugün pembe gözlüklerin önüne geçen siyahlıklardan bahsettik; ve biraz hislerime yolculuk ettik. Son cümlem şu ki : yaşamak kadar güzel şey var mı acaba? :)

11 Mart 2014 Salı

Bu Serüven, Acı Serüven...


Maalesef bugün pembe gözlüklerimi takamayacağım. Ülke bu kadar siyahken ve içimiz kan ağlarken istemiyorum ki pembe gözlükleri. Kapanmasın çünkü gerçekler, bu kadar can giderken ve bu kadar içimiz yanarken. Çünkü bugün günlerden Berkin Elvan!

Başta her şey çok flu idi. Güne hasta başladım ve günün kasveti üzerimde idi. Bir arkadaşım söyledi vefat ettiğini, başta anımsayamadım Berkin'i o kadar uzun zamandır komadaki çünkü(!). Olayın şoku üzerimde iken algılayamadım tabi durumun ciddiyetini. Öğle arası olduğunda, Yeditepe Üniversitesi rektörlük önündeki protestoya gittiğimizde o 'öküz' oturdu işte içime. O zaman kabullendim ölümü. Duyarsınız ve algılayamazsınız, ne zaman kalabalık baş sağlığı diler o zaman gözyaşı damlar ya gözlerinizden, öyle idi benimkisi de. 

Siyaset yapmayacağım, katil damgasını da kimseye yapıştırmayacağım. Gerek yok çünkü, önemli olan katilin kim olduğu değil. Katilden hesap alınıp alınmadığı! Canımız yanıyor, bunun başka hiçbir açıklaması yok. Janjanlı sözlere de gerek yok. Biz sadece üzgünüz. Sokaktaki köpek öldüğü zaman bile üzülürüz ki biz, ekmek almaya giden masum bir çocuğun haklı bir direnişte haksız yere kurban gitmesine üzülmek en doğal hakkımız bizim. Çünkü biz taş kalpli değiliz," İNSANIZ" ! Ve insanların sahip olduğu çok güzel bir duyguya sahibiz : "Merhamet". Biz merhamet duygusundan yoksun değiliz,yapamayız, emir veremeyiz, insanları öldürtüp destan yazamayız ki biz. Çünkü biz "İNSANIZ". 



Okuduğum bir yazıda, Berkin için yapılan en yürek burkan yorumlardan birinin 

''Neresinden vurulmuş diye sorarlarsa çocukluğundan dersiniz'' olduğu yazıyordu.  Çocukluğundan vurulan 14 yaşında bir çocuk... Ve arkasında onu ölümsüzleştirmek için bekleyen kalpleri kocaman bir halk...


Yazıyı uzatmanın çokta bir anlamı yok çünkü kelimelerin anlamı yok ; bir can gitmişken ve hepimizin canı bu kadar acırken...

9 Mart 2014 Pazar

En İnovatif Kulüp ! :)

Daha ilk yazımda etkinliklerin "vazgeçilmez temsilcisi" olduğumu belirtmiştim. Yine bir gün etkinlikleri incelerken Koç Üniversitesi'nin IndEx'14 etkinliğini gördüm. Nasılmış diye bir baktığımda 6 tane vaka analizi yarışmasını gördüm. İşte bu dedim, ve kaydımı yaptırdım. Ve böylece bir haftasonumu daha doldurmuş olmuştum :)

IndEx'14 etkinliği resmen profesyonellik kokuyordu. İmrenmedim desem yalan olur. Organizasyon şeması şimdiye kadar gördüğüm en güzel organizasyon şeması idi. Koç IES başkanı gerçekten iyi bir liderlik sergilemiş, ekip oldukça disiplinliydi ve organizasyonda yok yoktu (!). Sponsor patlaması yaşamış resmen organizasyon. Takdire şayan gerçekten. Hepimiz fazlası ile yedik içtik anlayacağınız ;) Magnumlar mı dersiniz, kahveler mi dersiniz neler neler vardı. Çok şey kaçırdı bence gelmeyenler :)

Sakın konuşmacılardan ve case studylerden bahsetmedim diye beğenmedim sanmayın. O kısmı diğer yazıma saklıyorum. Anlatacak o kadar çok şey var ki... ;)

Bu etkinlikte çok beğendiğim bir  başka özellik ise bu kulübün fazlaca yenilikçi olması oldu. Dedikodu kutusu, mentor-mentee sistemi ve eğlence yeri olarak The Game'in seçilmesi Koç IES'ei kendi adıma tebriklerimi sunuyorum ve + puanlarımı Koç IES'e veriyorum. Alkışlar Koç IES ve IndEx'14 e gitmeli bence :) Durun bir dakika bir kişiyi unutuyordum az kalsın! Benim tatlı mentorüm Ceren Sera KARAMAN. Bizim yüzümüzden sesi bile kısıldı. Ama ben bu kadar tatlı bir mentor görmedim ! :) Bir alkışta bizi 3 gün boyunca hiç yalnız bırakmayan Ceren Sera KARAMAN'a  gitmeli :)

Kısacası IndEx'14 ün tatlılığı karşısında gözlerime inanamadım! :)


Hayal ekspresinin ilk etkinliği IndEx'14 oldu. Şimdi yola devam ! :)

6 Mart 2014 Perşembe

Bu Treni Kaçırmayın! :)


BU TRENİ KAÇIRMAYIN!

“Hayal ekspresini” kaçırmayın, hadi atlayın! :) Yorucu ama güzel bir İstanbul turu sizi bekliyor.
 
 

Uzun zamandır ertelediğiniz şeyler vardır elbet. Yeditepe Üniversitesi’nde okuyan bir mühendislik öğrencisi olarak ertelemeye mecbur kaldığımız şeyler de var maalesef. Akşama yaparım, yarın var daha ya, bu hafta acelesi yoktu zaten  diye diye son gün yaptığımız şeylerin fazlalığı gerçekten göz korkutucu.  Evren ile tanıştığımdan beri hiçbir şeyi ertelememeye karar verdim, özellikle de biricik aşkım İstanbul ile vakit geçirmeyi ertelemeyecektim. Ve geçen seneden beri aklımda olan ama bir türlü fırsat yaratamadığım Oyuncak Müzesi ve Rahmi Koç Müzesi’ne aynı gün gitmeye karar verdim. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim iki yer arasında 2 saatlik bir mesafe var hani. Biri Göztepe de diğeri ise Eyüp’te. Ama inat değil mi, karar verdim gideceğim. Aldım yanıma bir arkadaşımı, ikna etmek çokta kolay olmadı hani :) Düştük yola…

Göztepe’deki Oyuncak Müzesinin önünde  zürafa ve kurşun asker bizi karşıladı. Bir merhabadan sonra renkli turumuza başladık.
 

Bu kadar özel oyuncağın toplanıp sergilenme fikri  gerçekten güzel olmuş. Farklı ülkelerden gelen özel oyuncaklar 4 kata yerleştirilmiş..Sadece oyuncak bebekler,kuklalar beklemeyin bu müzeden. Her türlü oyuncak mevcut çünkü burada. Deprem bebeği, kovboy oyuncakları, uçaklar, trenler, bin bir çeşit hayvan oyuncağı daha neler neler. Söylemeden geçemeyeceğim.En alt kata uğramayı unutmayın. Çünkü Müze Cafe'ye uğramadan gitmek büyük bir kayıp olacaktır.

 

Benim oyuncak müzesindeki favorim ise uzay konulu oyuncakların bulunduğu kısım oldu. Buradaki bilgilendirme yazısında insanların uzay merakının başladığı yıllarda oyuncaklar ürettikleri ve daha sonra bu oyuncaklarla oynayan çocukların ise uzaya giden ekipler arasında yer aldığı yazıyordu. Oyuncakların gücü bu kadar net anlatılamazdı herhalde. Küçük yaşta oynadığım oyuncakları hatırlıyorum da, Barbie bebekler için kurduğum evler, konuşturduğum hayvanlar... Şimdilerde o kadar yaratıcı olamıyorum çoğu zaman, daha fazla faktör var çünkü düşünceleri engelleyen. Eminim sizde de öyledir, çocukken severek yaptığımız şeylere büyümüş halimizle baktığımızda “çocukluk” diyoruz, beğenmeyen bir ses tonu ile. Hayallerimizin gerçekleşebileceğine en çok inandığımız dönemi küçümsemek ne büyük bir hata halbuki… İşte bu yüzden mutlaka gidin oyuncak müzesine eskinin en güzel hatırlanabileceği yer çünkü bence, hele bir de küçük çocukların ebebeynlerine tatlı sorularını duyduğunuzda oradan çıkmaaak istemeyeceksiniz :)
 

 
Programın yoğunluğu nedeni ile biz oradan ayrılmak zorunda kaldık maalesef.Rahmi Koç Müzesine varmak 2 saatimizi aldı. Açıkçası bu kadar büyük olduğunu düşünmemiştim 1-2  saatte gezip bitirebileceğimizi düşünmüştüm. Ama ne mümkün ! Buraya 1 koca gününüzü ayırmanız gerek .
 
 
Motorlardan, arabalara, ulaşım araçlarına kadar birçok özel parçayı barındıran ve insanı büyüleyen bir yer burası. Gezimizi yarılamışken bir anonsla denizaltı gezisinde 2 kişilik yer kaldığını duyduk ve koşarak gişeye gittik. 15 dakika sonra bir denizaltında idik. Emekli astsubay Kemal Amca bizi gezdirdi. Öyle etten püften değil yani, gerçekten bir denizaltını tanıdık. Hattaaa anı sertifikamız bile vaaar J
 
 
 
 
 
 
 
Geziye devam ederken gözüme bir yazı ilişti. “Bu Treni Kaçırmayın!” işte dedim, uzun zamandır aradığım ve anlatmak istediğim cümle bu. Herşeyi kaçırıyoruz hayatın akışında. Sınavlar var diye gidemediğimiz yerler, üşendiğimiz için buluşmadığımız arkadaşlar, ve daha aklıma gelmeyen bir sürü şey…  Sonra bir iç rahatlığı yaşadım. Hayatı kaçırmadığım için mutlu oldum.

Arabalar,uçaklar,trenler derken müzeyi kapattık. İnanılmaz yorucu bir günün ardından dinlenmek gerekti biraz. Ve biz de Cihangir Merdivenlerine gittik. Günün değerlendirmesini yapmak için harika bir manzara ve sıcak bir dost vardı yanımda.

Biz “hayal ekspresi” ni kaçırmadık ve çok güzel bir gün geçirdik. Hem yeni yerler gezdik, hem de gezerken farklı farklı dünyalara gittik. Hadi artık, sizde üşenmeyin. O zaman ne diyoruuuuz? “BU TRENİ KAÇIRMAYIN!” :)
 

4 Mart 2014 Salı

Selam Ben Geldim ! :)


Kendini tanıtma kısımlarını hep sevmişimdir. Derya ben.  Mühendis adayıyım.  Fazla meraklıyım, biraz da inatçıyım (gerçekten biraz :) ) , söz konusu yeni fikirler olduğunda oldukça heyecanlıyım, matematik öğretmenliğinden tutun ;  parti şirketinde çalışmaya kadar her işte varım. Temsilci olmak yakın zamanlı hobim oldu .  Herkesin sevgilisi olan birine aşığım ; İstanbul’a tabi ki… 
Şimdi merak ediyorsunuzdur, bu kadar farklı şeylerle uğraşan biri ne yazacak olabilir diye. Haklısınız, çünkü ben de uzun zaman bunu düşündüm. Her şey benim biricik mentorum ile  başladı (Böyle övülmeyi pek sevmiyor ama içimden geliyor ne yapabilirim? ).Kendisi dalında uzman blog yazarlarından biridir. Şu an çok ünlü bir blogger  değil  ama olacağına eminim.  “Herkesin bir bloğu olmalı” dedi bir gün. E yani benim gibi birine bunu derse, hemen açmaya kalkarım.  Kendimi nasıl geliştirsem ne yapsam diye yer arıyorum zaten, bu fikri de sevdim. Ama gelin görün ki blog açma kararımdan bu yana tamı tamına 37 gün geçti. Çünkü ben hiçbirşeyin tutkunu değilimdir, bir sanatçıya aşık olamam, birini delicesine takip etmem, arabalara ya da felsefik şeylere de pek merakım yoktur. Laf aramızda bağlanma korkumdan kaynaklanıyor bunlar (!) :) Anladığınız üzere benim blog anlayışım birşeyi seveceksin, ilgi duyacaksın, sonra gözlemleyeceksin ve artık en tat verici kısım yazıya dökeceksin sonra daaa okunmayı bekleyeceksin :)
Düşündüm, düşündüm, düşündüm 10 gün boyunca düşündüm. Sonra birden ampül yandı ! Ya Derya dedim aslında seninde tutkunu olduğun bir şey var. Hayallerin! :) E iyi tamam var da senin hayallerini dinlemek insanların ne kadar hoşuna gider dedim. Blog fikrini askıya aldım. Sonra bir gün artık giderek samimi dostum olan “Evren” ile konuşurken  (bu arada “Evren” i yakın zamanda öğreneceksiniz! :)) dedim ki ben en iyisi insanlara “pembe gözlüklerle tatlı serüvenleri” anlatayım. Biricik aşkım İstanbul yanımda olsun, daimi dostum Evren de benimle olsun, biz gezelim ; sizde okurken hissedin. Hissetmek eveet evet doğru kelime bu. Hissedin, yapmak isteyin, heyecan duyun ve inanın! :)

Gördüğünüz gibi istatiksel veriler olmayan, öğüt vermeyen ( ya da inceden verebilirim belki :)) tatlı bir blog olucak bizimkisi.” Hayal ekspresi” kalkıyoooooor, bizimle gelmeye ne dersin? :)